Sozialen Medien

#Aday Olmasına Rağmen En İyi Film Oscarı’nı Kazanamayan 25 Başyapıt #SosyalMedya #Tv #BB

„Aday Olmasına Rağmen En İyi Film Oscarı’nı Kazanamayan 25 Başyapıt“

Ödül sezonu bizi çok sevdiğimiz filmlerle ilgili bir oyuna davet eder. Sanat eserlerinin yarıştırılamayacağı, basit kıstaslar gözetilerek sınıflandırılamayacağı gibi kayda değer tartışmaları bir kenara bıraktığımız, endüstrinin tüm paydaşlarının ve biz sinemaseverlerin gönüllü biçimde katıldığı bir oyundur bu. “Kim kazanacak”, “en çok sevdiğimiz film ödül alacak mı”, “performansını sevdiğimiz oyuncu ödüllendirilecek mi” gibi soruların yanı sıra, beğenilerimizin belirli bir yetkin çoğunluk tarafından onaylandığı, ödüllendirildiği bir sezondur bu. En nihayetinde Oscar ya da resmi adıyla Akademi Ödülleri, bu sezonun zirve noktasını oluşturur. Lakin Akademi Ödülleri’nin 92 yıllık tarihi boyunca, En İyi Film ödülünü her zaman “en iyi film”in kazanmadığı da malum. Bizler de, The Wizard of Oz’dan, Citizen Kane’e, Taxi Driver’dan Apocalypse Now’a dek Akademi Ödülleri’nde En İyi Film ödülüne aday olmasına rağmen bu ödülü kucaklayamayan 25 başyapıtı sizler için sıraladık.

Derleyen: Güvenç Atsüren & Murat Emir Eren

Aday Olmasına Rağmen En İyi Film Oscarı’nı Kazanamayan 25 Başyapıt

Harp Esirleri – La Grande Illusion (1937)

Fransız sinemasının büyük ustalarından Jean Renoir’ın en bilinen işlerinden biri olmasının yanında, hapishane ve savaş filmi gibi iki alt türü başarıyla bir araya getiren, tüm zamanların en iyileri arasında adı sıklıkla anılan bir başyapıttır La Grande Illusion. Adının birebir çevirisi “Büyük Yanılsama” olsa da filmin Türkiye gösterimleri için kullanılan ismi Harp Esirleri’dir ve bu isim bu başyapıtın içeriğine dair ipuçları taşır. Zira bu başyapıt I. Dünya Savaşı esnasında Alman ordusu tarafından esir alınan iki karakterin birlik olarak tutuldukları hapishaneden kaçmalarını konu alır. Bugünden bakıldığında 1939 yılında En İyi Film dalında Oscar adayı olması dahi şaşırtıcı görünen bu savaş karşıtı yapım, bu kategoride aday gösterilen “yabancı dildeki” ilk film olması itibarıyla da oldukça önemli.

Oz Büyücüsü – The Wizard of Oz (1939)

L. Frank Baum’un imzasını taşıyan ve ilk defa 1900 yılında yayınlanan aynı adlı roman, 39 yıl sonra MGM stüdyolarının kitabın haklarını satın alması ile birlikte beyazperdeye uyarlanmıştı. Bu tarihten itibaren Oz Büyücüsü edebi eser ya da sinema filminin de ötesinde popüler kültürün önemli bir unsuru hâline gelmiştir. Dönemine göre hatırı sayılır bir bütçe olan 2.7 milyon dolara mal olan yapım, sadece 3 milyon dolarlık bir gişe hasılatına erişmesiyle maddi anlamda bir başarısızlık olarak değerlendirilmiştir. Fakat gişedeki bu olumsuz tablo ödül sezonuna yansımamış, film, Akademi Ödüllerinde; En İyi Film, En İyi Görüntü Yönetimi, En İyi Sanat Yönetimi, En İyi Özel Efekt, En İyi Film Müziği, En İyi Özgün Şarkı dallarında aday gösterilmiş ve son iki kategoride heykelciğe ulaşmıştı. En İyi Film dalında elinin boş dönmesi ise tarihin en büyük yapımlarından Rüzgar Gibi Geçti – Gone with the Wind ile aynı sene yarışa girmesinden kaynaklanmış olabilir.

Büyük Diktatör – The Great Dictator (1940)

Charlie Chaplin hem yönetmen hem de oyuncu olarak sinema tarihinin en önemli figürlerinden biri şüphesiz. Yönetmen koltuğunda oturduğu filmlerin taşıdığı sinematik değerin yanında, yarattığı ve Türkiye’de Şarlo ismiyle bilinen The Tramp karakteriyle popüler kültürün de en bilinen figürlerinden biri hâline gelmiş efsanevi bir sinemacı o. Chaplin’in insanlık tarihinin en kötücül liderlerinden Adolf Hitler’i hâlen iktidardayken acımasızca tiye aldığı hiciv klasiği Büyük Diktatör En İyi Film dalında aday gösterilmesi sebebiyle, usta sanatçının Oscar’a en çok yaklaştığı yapımlardan biridir. Özellikle ele aldığı konu itibarıyla zamanının oldukça ötesinde bir çalışma olan Büyük Diktatör’ün aday olduğu sene Oscar’a ulaşan film ise Alfred Hitchcock imzalı Rebecca.

Yurttaş Kane – Citizen Kane (1941)

Yurttaş Kane’in gerek teknik özellikleri gerekse de ele aldığı konuya yönelik eleştiren tutum ile tüm zamanların en iyi filmlerinden biri olduğuna şüphe yok; tıpkı henüz 25 yaşındayken böylesi bir yapımın başrolünü ve tabii ki yönetmenliğini üstlenen Orson Welles’in sinemanın gördüğü en büyük dahilerden biri olduğuna dair bir tereddüdümüzün olmaması gibi… Yurttaş Kane konusu itibarıyla hem çekildiği döneme hem de bugüne de büyük bir eleştiri niteliği taşımaktadır. Medyanın insanlar üzerindeki etkisi, medyanın siyaset üzerindeki etkisi film boyunca tartışılmış ve bu tartışma ustalıklı diyaloglar ile desteklenmiştir. Velhasıl böylesine önemli ve yenilikçi bir filmin çekildiği dönemde hak ettiği değeri tam anlamıyla elde edebildiğini söylemek zor. Zira o yıl tam dokuz dalda Oscar’a aday gösterilen Yurttaş Kane, sadece En İyi Özgün Senaryo dalında ödüle ulaşabilmiştir.

Sunset Bulvarı – Sunset Boulevard (1950)

Sunset Bulvarı, Joe Gillis isimli geçim sıkıntısı çeken bir senaryo yazarının, ününü yitirmiş, neredeyse 20 yıldır ortalarda görünmeyen sessiz film yıldızı Norma Desmond ile karşılaşmasına ve aralarındaki sevgi-nefret ilişkisinin paralelinde stüdyo sisteminin çarpıklığına, bu sistemin emekçilere karşı acımasızlığına odaklanır. Metinleri “açlık kokan”, iş bulmakta güçlük çeken bir senaristin hikâyesi olarak açılan film, Norma Desmond karakterinin de anlatıya dâhil olmasıyla genişler. Hollywood’un ilk günlerinden itibaren takip ettiği ekonomik politikalarının karanlık sonuçlarını gözler önüne sermeye başlar. Bu görkemli başyapıtın yönetmeni Billy Wilder’ın muhalif tavrı anlatının her anında kendini hissettirir. Öyle ki, dönemin Hollywood’unun en önemli yapılarından MGM Stüdyoları’nın başkanı, efsane yapımcı Louis B. Mayer; filmi izledikten sonra Wilder’ı endüstriye karşı saygısızlık yapmakla ve yemek yediği kaba pislemekle suçlar. Hâl böyleyken Sunset Bulvarı’nın En İyi Film Oscarı’nı, Hollywood sistemini görece olarak daha kişisel ilişkiler ve çekişmeler üzerinden ele alan bir başka enfes film Perde Açılıyor – All About Eve’e kaptırması pek de şaşırtıcı değil.

12 Öfkeli Adam – 12 Angry Men (1957)

Kariyerinin devamında Köpeklerin Günü – Dog Day Afternoon ve Şebeke – Network gibi birçok başka başyapıta imza atacak olan Sidney Lumet’nin ilk sinema filmi olan 12 Öfkeli Adam, tam anlamıyla bir ilk film olamayacak denli güçlü bir ustalık eseri.  On iki jüri üyesinin bir sanık hakkında karar vermek üzere girdikleri dar bir odada yaşananların anlatıldığı film, hukuk sistemi, idam cezası ve ırkçılık gibi konuları eleştirirken aynı zamanda adaleti uygulama hakkı tanınmış kişilerin psikolojisini, karakterlerini, ön yargılarını, mantık ve vicdan ölçülerini Lumet’in neredeyse bir orkestrasyonu andıran kusursuz rejisiyle ele alıyor. Velhasıl bu filmin şansızlığı da Kwai Köprüsü – The Bridge on the River Kwai gibi o yıl En İyi Film Oscar’ını kazanan bir başka başyapıtla yarışa girmesiydi muhtemelen.

Bülbülü Öldürmek – To Kill a Mockingbird (1962)

İlk yayınlandığı dönem Türkiye’de “Uğursuz Kuş” gibi tuhaf bir isimle gösterime giren film, Harper Lee’nin aynı isimli romanının beyazperde uyarlaması. Büyük Buhran döneminde geçen anlatı, sinema tarihinin en güçlü avukat karakterlerinden, Gregory Peck’in şahane bir performansla hayat verdiği Atticus Finch’in haksız yere tecavüzle suçlanan siyah bir adamı ve onun çocuklarını savunma sürecini ele alır temelde. Olayın geçtiği dönemi de göz önünde bulundurursak, mahkeme draması alt türüne dâhil edilebilecek Bülbül Öldürmek’in ırkçılık karşıtı destansı bir film olarak rahatlıkla niteleyebiliriz. Sekiz dalda Akademi Ödülü adaylığı kazanan film, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Sanat Yönetimi dallarının galibi olsa da En İyi Film dalında ipi David Lean imzalı Arabistanlı Lawrence – Lawrence of Arabia göğüslemiştir.

Aşk Mevsimi – The Graduate (1967)

İlk uzun metrajlı filmi Kim Korkan Hain Kurttan – Who’s Afraid of Virginia Woolf ile yönetmenlik kariyerine müthiş bir giriş yapmış olan Mike Nichols’un ikinci filmidir Aşk Mevsimi. Sonradan, 60’larda dönüşmekte olan gençliğine odaklanan en önemli filmlerden biri olması sebebiyle klasikleşen yapım, 21 yaşında geleceği ile ilgili yoğun kaygılar içerisinde olan Ben Braddock’un aile yakınları Mrs. Robinson tarafından baştan çıkarılması ile değişen hayatını gözler önüne serer kağıt üzerinde. Velhasıl Aşk Mevsimi’ni sadece kendinden yaşça büyük bir kadın tarafından baştan çıkartılan bir gencin öyküsü olarak okumak, filmin döneme dair yaptığı keskin ve tavizsiz tespitlere ciddi bir haksızlık olacaktır. Artık köhneleşmiş olan Amerikan sinema endüstrisinin düzenini değiştiren bir hareket olan Yeni Hollywood’un ilk örneklerinden biri olma özelliğini de taşır bu film. Lakin bu hareketin En İyi Film Oscarı’na ulaşmak için iki yıl sonrayı, Geceyarısı Kovboyu – Midnight Cowboy filmini beklemesi gerekecektir.

Ölümsüz – Z (1969)

Politik sinemanın en önemli figürlerinden Yunan yönetmen Costa-Gavras’ın imzasını taşıyan bu başyapıt, aynı zamanda politik gerilim alt türünün zirvelerinden de biridir kesinlikle. Yves Montand ve Jean-Louis Trintignant gibi Fransız sinemasının iki efsanevi oyuncusunu bir araya getiren Ölümsüz, sol görüşlü bir politikacının öldürülmesinin ardından gelişen sorgulama ve araştırma sürecini ele alır. Dinamik kurgusu ve yer yer belgesele yakın duran gerçekçi görsel diliyle filmin politik anlamda taşıdığı önemin altını, sinematik tercihlerle de doldurur yönetmen Costa-Gavras. Fransız ve Cezayir ortak yapımı olan Ölümsüz, Cezayir tarafından Oscar’a aday gösterilmiş ve Yabancı Dilde En İyi Film’in yanında En İyi Kurgu dalında da heykelciğe uzanmıştır. Fakat En İyi Film dalının o yılki kazananı yukarıda da adını andığımız Geceyarısı Kovboyu olmuştur.

Otomatik Portakal – A Clockwork Orange (1971)

Stanley Kubrick’in sinema tarihinin en önemli birkaç yönetmeninden biri olduğunu uzun uzun anlatmaya gerek yok artık. Fakat Akademi, bu usta yönetmeni neredeyse görmezden gelerek unutulmaz bir ayıba imza atmıştır diyebiliriz. 1971’de En İyi Film dalında Oscar’a aday gösterilip, ödülü Kanunun Kuvveti – The French Connection’a kaptıran Otomatik Portakal, Kubrick’in bu dalda Akademi Ödülü’ne en çok yaklaştığı anlardan birini işaret ediyor. Modern toplum mevhumuna dair çok sert bir eleştiri olarak yorumlanabilecek bu tartışmalı filmin, heykelciğe uzanamaması görece anlaşılabilir bir durum olabilir. Ama yine de aynı senaryonun önce Dr. Garipaşk – Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb ve sonrasında Barry Lyndon’ın da başına gelmesi, Akademi’nin kıymet bilmezliğinin en net göstergelerinden biri kesinlikle.

Taksi Şoförü – Taxi Driver (1976)

Martin Scorsese imzalı Taksi Şoförü; Travis Bickle karakteriyle kışkırtıcı bir performans sunan Robert De Niro’nun da yardımıyla efsanevi yönetmenin filmografisinin en etkileyici yapımlarından biri olarak anılmayı fazlasıyla hak ediyor. Vietnam Savaşı’nın etkilerini üzerinden atamayan Travis’in geceleri taksi şoförlüğü yaparak sürdürdüğü hayatını ve adaletsiz dünyaya karşı sergilediği başkaldırıyı izlediğimiz filmde, “normal” dünyaya adapte olamayan ama olmak isteyip istemediğini de anlamanın güç olduğu bir karakterin izinden gideriz. Yalnızlığı sevdiği kadar delilik etrafında da gezen Travis Bickle’ın hem kendi içindeki hem de topluma yönelik yabancılaşması, 70’li yılların New York şehrindeki politik, kültürel ve ekonomik tükenmişliğine ve çürümeye bırakılmış bir topluma meydan okumanın farklı bir biçimi de olabilir. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ile ödüllendirilen bu eşsiz başyapıt, Scorsese’ye Akademi’den uzun yıllar göremeyeceğinin de bir işareti; ki usta yönetmen sonraki yıllarda Kızgın Boğa – Raging Bull ve Sıkı Dostlar – Goodfellas gibi başka başyapıtlarıyla da bu kategoriden eli boş ayrılmıştır.

Kıyamet – Apocalypse Now (1979)

Francis Ford Coppola’nın imzasını taşıyan, tüm zamanların en önemli savaş filmlerinden biri Kıyamet’tir şüphesiz. Tamamlanması yıllar alan, yapım süresince sayısız badire atlatan bu başyapıt, anlatısındaki kaosla benzerlikler taşır adeta. Çekimleri on altı ay, kurgu süreci yaklaşık üç yıl sürmüş olan yapım aşamasında, yönetmen Francis Ford Coppola ve filmin başında geçenler Hearts of Darkness: A Filmmaker’s Apocalypse isimli belgesele konu olmuştur. Savaşın insanın içindeki dehşet güdüsünü tetiklemesi hakkında yapılmış en iyi film olarak niteleyebileceğimiz Kıyamet, grift yapısı ve bugün bile cürekâr sayılabilecek anlatı tercihleriyle Akademi’nin mesafeli bakabileceği türden bir yapım şeklinde okunabilir. Zira birçok ana kategoride aday olup, sadece En iyi Sinematografi ve En İyi Ses gibi teknik dallardaki ödüllerle yetinmek zorunda kalması ve En İyi Film dalındaki ödülü Kramer Kramer’e Karşı – Kramer vs Kramer gibi görece “yumuşak” bir yapıma kaptırmasını başka türlü açıklamak pek de kolay değil.

JFK – JFK: Kapanmayan Dosya (1991)

Yakın dönemdeki kariyer tercihlerine bakıldığında, politik sinemanın zirve noktalarından birini oluşturabilecek böylesi bir harikayı yönetmiş olmasına şaşkınlıkla bakacağınız Oliver Stone’un imzasını taşıyan JFK, Kennedy suikastinin perde arkasını anlatan ve New Orleans bölge savcısı Jim Garrison’ın olayla ilgili tahkikatına odaklanan bir yapıya sahipti. Kevin Costner’ın kariyer zirvesi performanslarından birini sergilediği film, gerçekle kurguyu iç içe geçiren baş döndürücü kurgusuyla bizleri Garrison’ın öne sürdüğü tezlere ikna olmakla, karşısına çıkan anti tezlere inanmak arasında arada bırakıyor, belgesel diliyle kurmacanın dilini aynı potada eriten deli işi bir matematik barındırıyordu. Aynı yıl Kuzuların Sessizliği – The Silence of the Lambs gibi bir başka başyapıtın karşısına çıkmasıyla sınanan JFK, En İyi Film ödülünü bu filme kaptırdı.

Piyano – The Piano (1993)

En İyi Film kategorisinde aday gösterilen ya da kazanan filmlerin yönetmenlerinin çoklukla beyaz, erkek ve ABD’li olduğu uzun bir periyodun ardından Avustralyalı sinemacı Jane Campion, usta işi filmi The Piano’yla bu kaideyi yerle bir etmiş, hem kendisi En İyi Yönetmen dalında Oscar adayı olmuş, hem de filmi En İyi Film kategorisinde yarışan adaylar arasına girmişti. Campion’un filmi, 19’uncu yüzyılın Yeni Zelanda’sında, uzak bir sahil kasabasında geçiyor, psikolojik problemleri nedeniyle konuşamayan genç bir annenin ve önceden ayarlanmış evliliğinin hikâyesine odaklanıyordu. Film sadece yönetmen Campion’un duyuları harekete geçiren olağanüstü yönetmenliğiyle değil, bilhassa Holly Hunter’ın muazzam performansıyla da taçlanırken, film En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ve En İyi Özgün Senaryo dallarında Oscar kazandı. O yıl, En İyi Film ödülünüyse aynı yıl gösterime giren Spielberg imzalı Schindler’in Listesi – Schindler’s List kucakladı.

Ucuz Roman – Pulp Fiction (1994)

Bugün, son olarak Bir Zamanlar… Hollwood’da – Once Upon a Time …in Hollywood örneğinde de gördüğümüz gibi film çekmiş olması birçok dalda Oscar adaylığı alması için yeterli olan bir isim Quentin Tarantino. Fakat elbette ki bu durum en başında beri böyle değildi. Usta yönetmenin Rezervuar Köpekleri – Reservoir Dogs’un ardından gelen ikinci uzun metraj filmi Ucuz Roman’ın yedi dalda adaylık kazandığı ödüllerden sadece En İyi Orijinal Senaryo kategorisinde zafere ulaşmış olması ve büyük ödülün çok daha “güvenli bir tercih” olan Forest Gump’a verilmesi; Akademi’nin 90’ların ilk yarısında, içerdiği grafik şiddet, parçalı anlatı yapısı, sonrasında defalarca kopyalanmaya çalışılacak zeka parıltılarıyla dolu diyaloglarıyla bezeli bu denli cesur bir işe pek de hazırlıklı olmadığını bariz bir göstergesi.

Fargo (1996)

Coen Kardeşler’in bugün bile aşamadıkları ilk dönem başyapıtlarından Fargo, ABD’nin küçük bir ilçesinde yaşayan, hayatından ve karısından nefret eden bir adamın, kayınpederinden para kopartmak için eşini kaçırtmasıyla başlayan traji komik, yer yer korkunç olayları konu ediyordu. Francis McDormand, William H. Macy, Steve Buscemi ve Carter Burwell gibi isimlerin rol aldığı film, bembeyaz bir dünyada geçen modern bir kara film gibi işliyor, döneminin çok ötesinde bir filme dönüşüyordu. Fargo, Cannes Film Festivali’nden En İyi Yönetmen ödülüyle dönerken, En İyi Film ve En İyi Yönetmen dâhil olmak üzere 7 dalda Oscar adaylığı kazanmış, En İyi Özgün Senaryo ve En İyi Kadın Oyuncu kategorilerinde bu ödüle ulaşmıştı. Ancak, En İyi Film ödülünü o yıl Anthony Minghella’nın yönettiği İngiliz Hasta – The English Patient kazanmıştı.

Bir Konuşabilse – Lost in Translation (2003)

Sophia Coppola’nın imzasını taşıtan Bir Konuşabilse, kariyeri düşüşe geçen Hollywood yıldızı Bob Harris (Bill Murray) ve fotoğrafçı eşinin yoğun işlerinden bunalan yeni evli Charlotte’un (Scarlett Johansson), adeta bir paralel evreni andıran Tokyo’daki buluşmasına odaklanıyordu. Hayatlarının bu belirsizliklerle, anlamsızlıklarla dolu evresinde son derece naif bir yakınlık kuran ikilinin Tokyo’daki birkaç günlük macerası, Coppola’nın olağanüstü yönetmenlik becerisiyle bir kuşağı derinden etkiledi desek yeri. En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Özgün Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu kategorilerinde aday gösterilen film En İyi Özgün Senaryo kategorisinde bu ödüle ulaşırken, En İyi Film ödülünü o yıl Yüzüklerin Efendisi – Kralın Dönüşü – The Lord of the Rings: The Return of The King kazanmıştı.

Brokeback Dağı – Brokeback Mountain (2005)

Ang Lee’nin Amerikan mitlerini yerle bir eden melodramatik filmi Brokeback Dağı, Annie Proulx’un 1997 tarihli aynı adlı hikâyesinden sinemaya uyarlanmıştı. 1963 yılında, Wyoming’te bir sürünün idaresinde birlikte çalışırken tanışan Ennis ve Jack’in 10 yılı aşkın ilişkisini konu eden film, eşcinselliği odağına alan, cinsiyet rollerine meydan okuyan filmlerin zirve noktalarından birine imza atmak suretiyle çok ses getirmişti. Tartışma yaratan film, sekiz dalda Oscar adayı olurken, En İyi Yönetmen, Uyarlama Senaryo ve Müzik dallarında bu ödülü kucakladı. Ancak son 15 yılın en büyük sürprizlerinden birinin gerçekleştiği törende, En İyi Film ödülünü sonradan da kimselerin aklının almayacağı biçimde aday listesinin en vasat filmi, Paul Haggis imzalı Çarpışma – Crash kazandı.

Kan Dökülecek – There Will Be Blood (2007)

Kan Dökülecek, yönetmeni Paul Thomas Anderson’ın çok karakterli yapılara sahip önceki filmleri Ateşli Geceler – Boogie Nights ve Manolya – Magnolia’nın aksine tek bir adamın hikâyesine odaklanır. On dokuzuncu yüzyılın son yıllarında başlayan film, değerli maden arayışçısı olan Daniel Plainview’ın büyük bir petrol baronu olma yolunda attığı adımları ve yolda büyük bir petrol rezervinin üzerinde kilisesi bulunan genç ve ateşli rahip ile karşı karşı geliş sürecini ele alır. Bu detaylar üzerinden para, din ve soy üzerine, hepsinin ortak noktası, kana bulanmış bir anlatı ortaya koyan bu başyapıt sinema tarihinin en önemli eserleri arasına adını şimdiden yazdırmış durumda. Fakat o yılki En İyi Film Oscarı’nı Coen Kardeşler’in modernist westerni İhtiyarlara Yer Yok – No Country for Old Men’e kaptırmıştı.

Sosyal Ağ – The Social Network (2010)

Yaşamımızın son 15 yılına tam anlamıyla damgasını vuran ve ileride nelere sebep olacağı henüz belirsiz sosyal medya çılgınlığının sıfır noktasına kamerasını çeviren David Fincher, Facebook’un kurulum, genişleme aşamasına odaklanan, Mark Zuckerberg’i merkeze aldığı filmi Sosyal Ağ’da dijital dönüşümün sinemasal anlatıdaki karşılıklarına kafa yoran olağanüstü bir işçilik gerçekleştiriyordu. Deha ürünü bir kurguya sahip olan film, Aaron Sorkin imzalı senaryosu ve Reznor-Ross ikilisinin enfes müzik çalışmasıyla da akıllara kazındı. Sekiz dalda Oscar adayı olan Sosyal Ağ, En İyi Uyarlama Senaryo, En İyi Kurgu ve En İyi Müzik dallarında bu ödüle ulaştı. Ancak aynı yıl En İyi Film ödülünü Tom Hooper’ın Zoraki Kral – The King’s Speech adlı filmi kazandı.

Aşk – Amour (2012)

Avusturyalı usta sinemacı Michael Haneke’nin yaşlılık, hafıza ve aşk kavramlarına dair zihin jimnastiği kıvamındaki, aynı anda hem dokunaklı hem de rahatsız edici olabilmeyi başaran başyapıtı Aşk, müzik öğretmenliğinden emekli yaşlı çift Georges ve Anne’in hayatına odaklanan bir hikayeye sahipti. Filmde Anne, günün birinde kısmi felç geçirdikten sonra yaşlı çiftin yıllara meydan okuyan aşkı büyük bir teste tabi tutuluyordu. O andan itibaren Georges sevdiği insanın her gün gözlerinin önünde eridiğini izlemekle lanetlenmişti adeta… Haneke’nin usta işi filmi, En İyi Film kategorisinde aday olan ve İngilizce çekilmemiş ender filmlerden biri olmasına rağmen ödülü kucaklaması mümkün olmamış, Oscar o yıl Ben Affleck imzalı Argo’ya gitmişti.

Mad Max: Fury Road (2015)

George Miller’ın 70’lerin sonundan 80’lerin ortasına kadar uzanan post-apokaliptik Mad Max üçlemesi, düşük bütçesine rağmen yarattığı atmosferle sinema tarihindeki yerini almış durumda. Fakat çekildiği dönemin sert, erkeksi yer yer de eril yaklaşımını da yansıttığı bir gerçek. Aynı George Miller, bu üçlemeyi 2015 yepyeni bir bakış açısıyla devam ettirmişti. Kadınların kendi kaderlerini çizdiği, feminist okumalara fazlasıyla açık bir metne sahip olan Mad Max: Fury Road teknik anlamda da kusursuz bir aksiyon başyapıtı. Neredeyse hiç durmayan aksiyonu ile deneysel bir yapıya kavuşan filmin başarısı çekildiği dönemin de ötesine taşarak aksiyon türünün zirve noktalarından birini teşkil ediyor.

Âşıklar Şehri – La La Land (2016)

Damien Chazelle’in imzasını taşıyan Âşıklar Şehri, 50’li yılların büyük Hollywood müzikallerini günümüzün estetiğiyle ve hikâye algısıyla birleştiren, bilhassa enfes besteleri ve koreografileriyle gönülleri fetheden bir yapıya sahipti. Chazelle’in Whiplash’le gerçekleştirdiği çıkışın ardından çıtayı daha da yukarılara çektiği filminin başrollerinde Emma Stone ve Ryan Gosling yer alırken, ikili, Los Angeles’ta yaşayan ve hayallerinin peşinden giden bir oyuncuyla, bir piyanisti canlandırıyordu. Film gösterildiği ilk günden itibaren Oscar’ın en büyük adaylarından biriydi, ödülü kazanacağına da kesin gözle bakılıyordu. 14 dalda aday olduğu Oscar ödüllerinde En İyi Yönetmen ve En İyi Kadın Oyuncu ödüllerini kazanan Âşıklar Şehri’nin En İyi Film ödülünü de kazandığı anons edildi. Ancak kısa süre içinde bunun bir hata olduğu ve ödülü kazananın Ay Işığı – Moonlight olduğu anlaşıldı.

Kapan – Get Out (2017)

Jordan Peele’nin herkes tarafından tanınmasını sağlayan müthiş gerilim filmi Kapan da gösterildiği andan itibaren modern bir klasik haline gelen, Oscar törenindeki yerini çok erken rezerve eden filmlerden biriydi. Başrollerinde Daniel Kaluuya, Allison Williams, Catherine Keener ve LaKeith Stanfield gibi isimlerin yer aldığı film, kız arkadaşının “eksantrik” ailesini ziyarete giden Chris’in yaşadığı kâbusa odaklanıyor, ABD’deki dinmeyen, yatışmayan gizli ırkçılığa getirdiği sert eleştirilerle dikkat çeken bir gerilime dönüşüyordu. Kapan, En İyi Film, Yönetmen ve Özgün Senaryo dallarında aday olduğu Akademi Ödülleri’nden sadece En İyi Özgün Senaryo kategorisinde ödüle uzandı. Aynı yıl En İyi Film ödülüyse Guillermo del Toro’nun Suyun Sesi – The Shape of Water adlı filmine gitti.

Roma (2018)

Meksikalı yönetmen Alfonso Cuarón’un imzasını taşıyan Roma, yönetmenin çocukluk anılarından yola çıkarak çektiği, senaryosu, kurduğu anlatı ve görüntü yönetimiyle zorlayıcı, ama yer yer çok etkileyici bir deneyim vaat ediyordu. Meksika’nın 70’li yıllarda geçirdiği değişimi, orta üst sınıfa mensup bir aile ve bu ailenin yanında çalışan bir kadının gözünden anlatan Roma, dünya prömiyerini gerçekleştirdiği Venedik Film Festivali’nde En İyi Film seçilmesinin ardından rüzgârı arkasına alarak gerek eleştirmen birliklerinden gerekse film festivallerinden sayısız ödül kazandı. Film, 10 dalda aday olduğu Akademi Ödülleri’nde En İyi Yabancı Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Görüntü Yönetmeni ödüllerini kazanırken, aynı törende En İyi Film ödülünü Peter Farrelly imzalı Yeşil Rehber – Green Book kazandı.

Daha çok bu tarz yazılar okumak isterseniz sosyal medya kategorimizi ziyaret edebilirsiniz.

Film izlemeyi seviyorsanız Film.BuradaBiliyorum.Com sitemizi, Dizi izlemeyi seviyorsanız Dizi.BuradaBiliyorum.Com sitemizi forumlarla ilgileniyorsanız Forum.BuradaBiliyorum.Com adresini ziyaret edebilirsiniz .

Ähnliche Artikel

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht. Erforderliche Felder sind mit * markiert

Schaltfläche "Zurück zum Anfang"
Schließen

Please allow ads on our site

Please consider supporting us by disabling your ad blocker!